Refleks
Birçok dostumdan duyuyorum…
“Yahu ülke ekonomik bir sıkıntı içinde, dolar almış başını gidiyor, fabrikalar kapanıyor, ticaret sıkıntılı, işsizlik artmış, eğitim önemli bir problem, siz ‘Sanat, sanat’ deyip duruyorsunuz. Durumumuz böyleyken sanatın bize ne faydası olur ki? Sezen Aksu’yu dinlesek ne yazar, dinlemesek ne? Çukurova Senfoni’ye Mozart dinlemeye gidiyorum diye müşterim mi artacak?”
Gerçekten de Bedri Baykam’ın açtığı bir sergi veya Yıldız Kenter’in oynadığı bir oyun, ertesi gün kentimizdeki ticareti artırabilecek güçte bir şey değil… Dostlarım haklı gibi!
Bu kez ben dostlarıma soruyorum:
“Siz fabrikanızın arka tarafındaki boş araziye portakal fidanları dikmişsiniz. Şimdi size hiçbir katkısı yok; ancak on yıl sonra oradan para kazanabileceksiniz! Keşke onun yerine fabrikanızı büyütüp hemen kazanca dönüştürebileceğiniz bir şey yapsaydınız!”
Tabii ki bana, portakal bahçesi yapmalarının gerekçelerini, uzun vadeli kazancın önemini içerecek şekilde uzun uzun anlatıyorlar. Ben de onlara “İşte, hepimiz sanatı da tam bu noktadan düşünmeye başlamalıyız” diye cevap veriyorum.
* * *
Sanat konu olunca, genellikle yanlış bir yerden değerlendirmeye başlıyoruz. Sanatı, Zülfü Livaneli’nin bize sunduğu şarkının kendisi sanıyoruz. Veya Nuri Bilge Ceylan’ın ödül almış bir filmini sanat olarak görüyoruz… Hâlbuki sanatçıların bize sundukları şey sanatın kendisi değil, daha doğru bir ifadeyle sanatın ürünleridir.
Bize sunulanlar önemli tabii ki… Önemli ama asıl önemli olan, bize sunulanlar değil, bu sunulanları yaratan düşünme sistemi…
Sanat ve sanat ürünü arasındaki ilişkiyi şöyle izah edebiliriz: Bir otobüs fabrikasının, diyelim ki 0001 kod numarasıyla ürettiği otobüs, bir üründür. Kendi çapında değerlidir; ancak asıl değerli olanın o ürün değil, o ürünü imal eden düşünce, organizasyon ve teknik donanım olduğunu biliyoruz. Değer açısından bir otobüs fabrikasının önemi ile o bir tek otobüs kıyaslanabilir mi? İşte, sanat ve sanat ürünü arasındaki ilişki de böyle bir şey bence!
Önemli olan, Orhan Kemal’in “Hanım Ağa” romanı değil, onu üreten, üretirken yaşamı boyunca topladığı bilgileri kendince yorumlayarak bir düşünce ürününe çeviren, bu çeviriyi yaptıkça da yeteneğini geliştiren Orhan Kemal’in kendisidir. Orhan Kemal romanlarına sadece bir öykü değil, öyküsünü anlatırken düşünme sistematiğini de koyar. Siz eğer, onun ürünlerini o gözle okur, gençlere de o gözle okumasını öğretebilirseniz, artık Orhan Kemal gibi düşünmeye başladınız, gençleri de bu yola soktunuz demektir.
Sanatçıların ürünleri, onların düşünme sistemine ulaştığımız en kısa yollardır. Eğer bir genç, sanat ürünlerini sadece bir eğlence aracı olarak görmeyip arkasındaki düşünme sistematiğini hissetmeye başladıysa – ki bu ancak eğitim sisteminin böyle organize olmasıyla olur, artık kendisi de bir Orhan Kemal, bir Fazıl Say, bir Cemal Süreya olmuştur.
Cemal Süreya olması ise, ille de şiir yazmasını gerektirmez. Belki de Cemal Süreya gibi düşünerek, bir fabrikanın makine sisteminin başına geçtiğinde üretimi iki kat artırıp maliyeti yarıya düşürebilecek bir sistem geliştirecektir. Bu da makinelerle yazılmış bir şiir olarak hayatımıza dokunmak anlamına gelir.
Kısacası sanat denildiğinde aklımıza, bir düşünme sistemi; sanatı benimsemiş toplum denildiğinde ise kıvrak düşünen, kritik zamanlarda hızla zeki çözümler üretebilen, insanların birlikteliği gelmelidir.
Zekâ insanda doğuştan var olan bir şey. Her toplumun zeki insanları var. Ancak buna rağmen düşünen insanla zeki insan kavramları arasında ince bir çizgi bulunuyor. Bu ince çizgi, zekânın, en kritik anlarda, en hızlı biçimde üretime dönüşebilmesiyle ilgili… Düşünme sistematiği ise zekânın üretime dönüşmesinin hızını belirleyen, doğuştan var olan değil, sonradan kazanılan bir şey. Doğduktan sonra başlayıp ölene kadar devam eden bir eğitimin ürünü.
İşte, “sanat” kavramını tam bu noktadan düşünmeye başlamalıyız.
* * *
Demem odur ki eğer “sanat” faaliyeti olarak sadece parayı basıp dışardan kentimize meşhur olmuş bir sanatçıyı getirmeyi algılarsak, “Yahu bu ekonomik bunalımda, sanat bizim nasıl önceliğimiz olabilir!” diye düşünen dostlarım haklı olabilir. Ama bunun yerine kentte sanat üreterek yaşayanları, kentli ile bir araya getirip sanat ortamını sağlarsak, sanatın düşünme sistematiğinin tartışıldığı bir okul haline getirirsek; insanlarımızın zekâsının kullanılabilirliğini ortaya çıkarıp geleceğimizi kurgulamış oluruz. Sanatın hissettirdiği düşünme sistemleriyle donanmış, mühendisler, ekonomistler veya yöneticilerden oluşmuş bir kadro ile ülkemizin sorunlarını çözebilecek fikirlerin ne kadar hızlı üretilebileceğini görme şansımız doğar.
Yani ekonomiyi düzeltecek güç de, işsizliği azaltıp üretimi artıracak düşünce de sanatın düşünme sistematiği ile yetişmiş gençlerin beyninde saklı.
Van Gogh’u öğrettiğimiz çocuğun, yirmi yıl sonra, size yeni bir makine tasarlayabilen bir mühendis olduğunu görebileceğimizi bilerek sanata yatırım yapmak, fabrikamızın arkasındaki kullanmadığımız tarlaya yaptığımız bahçe gibidir. Ama bu bahçenin portakalları altından…
* * *
Sanatı, “düşünen insanlar yetiştirme çabası” olarak görüyorsak eğer, bölgemiz maalesef bu konuda, sık söylenen söylemlerin aksine en az gelişmiş yerlerden biridir. Maalesef bütçe ayırabilecek kurumların başında gelen belediyeler, sanat faaliyetini sadece, kentin dışından getirilen “popüler olmuş” kişilerin bir gecelik performansı olarak görüp bu performanstan kazandıkları oy sayısıyla yetiniyorlar. Yerelde üretilen sanatı, dolayısıyla düşünme sistematiği üretip bunları gençlere yayma gayretini, açıkça yazabilirim ki görmezlikten geliyorlar.
Örneğin Adana’da eskiden var olan galeriler bir bir kapanırken, Çukurova Devlet Senfoni Orkestrası hâlâ Atatürk’ten kalma bir salondan başka salon bulamamışken, Adana Ressamlar Derneği yıllarca kullandığı mekândan kovulmuşken, biz binlerce hatta milyonlarca lirayı dışarıdan gelen, düşünmeye teşvik etmek yerine, hoplamayı zıplamayı sağlayan etkinliklere sarf edebiliyoruz.
Tek olduğu için isminden bahsetmeden geçemeyeceğim, Onatça Grubu’nu saymazsanız, iş insanlarımızın çoğu, yazımın başındaki soruyu sorarak başlıyorlar sanatı konuşmaya…
Bir biat yöntemi olarak beş seçenekten birini seçmekten başka özgürlüğü olmayan, test çözme hapishanesine hapsedilmiş gençlerimiz, üniversite bitirip mastır yapmış olsa bile, sanatın düşünme sistematiğinden bihaber, “Bana niye iş vermiyorlar?” diye dert yanıp duruyor. Kendisine iş verilince de, işi ileri götürmeye değil, yerinde tutabilmeye uğraşmaktan başka düşünsel alternatifi olmadığını görüp içine kapanıyor.
Biz hepimiz; devlet kurumları, belediyeler, okullar, sivil toplum kuruluşları ve sanat kurumları, altın portakalın hâlâ, bir festivalin büyük ödülü olduğunu zannediyor, onun aslında arka bahçemizde yetiştirebileceğimiz bir meyve olduğunu göremiyoruz.
Hâlbuki o portakallar, bize altın yılları vaat eden geleceğimiz.
YORUMLAR