'Şahsi Meselesi Hatay' için 'Çete Reisi' olmak istedi

TÜRK BASININDA İLK KEZ Atatürk, dosta düşmana 'Ayaktayım' mesajı vererek katıldığı son 19 Mayıs 1938 Gençlik ve Spor Bayramı töreni biter bitmez gara gitti. Treni 20 Mayıs'ta Mersin'e girdiğinde Mehmetçik'in süngü parıltılarıyla karşılandı.

 

 

Asker, Hatay için her türlü gelişmeye hazırdı. Üç gün kaldığı Mersin’de akşam yemeklerinde görünüyor, gündüz ne yaptığını sadece birkaç kişi biliyordu. Feribotla düşmanın burnunun dibindeki son kalemiz Payas’a geçti. Bir yıldır organize ettiği çetelerin elebaşlarıyla görüştü. Adana Alparslan Türkeş Bilim ve Teknoloji Üniversitesi Kütüphane ve Dokümantasyon Daire Başkanı Ahmet Karataş, basında ilk kez yer alacak bilgiler de içeren yazıyı Refleks için kaleme aldı.   

15 Mart 1923…

Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal’i getiren tren Adana istasyonunda durdu. Yer gök, ‘Yaşa Mustafa Kemal Paşa’ sedalarıyla inliyordu. Fransız ve Ermeni zulmünden kurtarılmış halk avuçları patlarcasına Gazi’yi alkışlıyordu.

İnsan seli içerisinde ilerlemeye çalışan bir otomobil, Gazi Paşa’yı Hükümet Konağı’na götürmek üzere oradaydı. Ama Gazi, yürümeyi tercih etti. Fazla ilerleyememişti. İki genç kız yoluna atıldı. Kızların birinin elinde ‘Antakya’, diğerinin elinde ‘İskenderun’ yazan pankartlar vardı.

‘Antakya’ pankartını taşıyan kız, emekli subay Mehmet İrfan’ın kızı Ayşe Fitnat’tı.

“Ey zulümleri yıkan, ezilenleri kurtaran, Türk kahramanı...” diye başladığı nutkunu, “Adana’nın bir parçası olan İskenderun’u da Antakya’yı da kurtar. Kemalin güneşi oralarda da doğsun” diye bitirdi.

Gazi’nin kızlara mesajı kısa ve netti:

“Kırk asırlık Türk yurdu düşman elinde kalamaz.”

Milli Mücadele’nin zor şartları altında imzalanan Ankara Anlaşması çerçevesinde İskenderun ve Antakya, ‘şimdilik’ denerek milli sınırların dışında kalmıştı. Genç Cumhuriyet, diplomasiyi zorluyor, adını Atatürk’ün koyduğu Hatay’ın anavatana katılması talebi karşılık bulmuyordu. Atatürk, konuyu 26 Eylül 1936’da Milletler Cemiyeti’ne götürdü. Fransa’ya nota verildi. İskenderun ve çevresinin adı Atatürk tarafından Hatay olarak değiştirildi.

 

1937’nin Ocak ayıydı.

Atatürk, İstanbul’daydı. Fahrettin Altay Paşa’yı Park Otel’e çağırdı.

Otelin kapısındaydı. Sigarasından derin derin nefes alıyordu. Fahrettin Paşa, Atatürk’le selamlaştı. Gazi dalgındı. Paşa “Hava çok sert, içeri geçelim” dedi. Bir masaya oturdular.

Atatürk, “Cumhurbaşkanlığını bırakacağım” dedi. Ortam dışarıdakinden iki kat daha soğumuştu.

Gazi, kısa bir sessizliğin ardından devam etti:

“Hatay’ı alacağım. Çete reisi olacağım.”

“Aman efendim,” dedi Fahrettin Paşa, “siz Türkiye’nin reisisiniz. Hatay için çete reisliğine bir Türk teğmeni yeter.”

Sözler hoşuna gitti Gazi’nin. Fahrettin Paşa devam etti:

“Bütün teğmenler emrinize hazırdır, yalnız bir dakika müsaade ediniz, 2’nci Ordu Komutanı İzzettin Çalışlar’dan izin alayım.”

Gazi durdu, yeni aklına gelmiş gibi, “Haa doğru, O’nu unuttuk.”

Hemen arkasından yaveri Celal’i çağırdı. İzzettin Çalışlar’ın telefonla bulunarak Eskişehir’e hemen gelmesini söyledi.

O sırada açılan kapıdan Yunus Nadi girdi.

Gazi, Yunus Nadi’ye “Sen ne dersin bu Hatay işine?” dedi.

“Paşam senin bu işte blöf yapmadığına büyük devletler kani olunca Hatay senindir.”

“Aferin be! İşte seni bunun için severim, iç bir kadeh” dedi.

 

1937 Mart’ıydı.

Türk ve Fransız heyetler Ankara’da Hatay meselesi üzerinde çalışıyordu. Toplantı, Ankara’nın ünlü lokantası Karpiç’te akşam yemeğiyle devam ediyordu. Fransız Sefiri Ponso ve Atatürk de lokantadaydı.

General İsmail Habib Sevüktekin, son konuşmacıydı. Hatay’ın anavatanla birleştirilmesi yönünde ılımlı bir konuşma yapıyor, son cümlelerine hazırlanıyordu.

Birden üç el silah sesi duyuldu.

Silah, üniformalı genç kadın bir Türk subayının elindeydi.  

“Biz gençler biraz önce konuşan kişi gibi düşünmüyoruz. Bu meselenin derhal halledilmesini istiyoruz. Halledilmezse bu uğurda biz her şeyi göze almaya hazırız”

Lokantada bulunan polisler Atatürk’ün gözlerine baktılar.

Gazi, “Ne duruyorsunuz, tutuklayın. Gereğini yapın” dedi.

Genç subay, Gazi’nin manevi kızı Sabiha Gökçen’di. Biraz önce Gazi’nin tüm söylediklerini harfiyen yerine getirmişti. Bir gün hapis yattı. Polisteki ifadesinde, “Milli hislerimin galeyanına geldim” dedi.

Fransız Sefir, bir gün sonra memleketine çektiği şifreli telgrafta Hatay’ın Türkiye’ye verilmemesi durumunda işlerin kontrolden çıkabileceğini bildirdi.  

Türkiye, Hatay için kararlıydı.  

Cenevre’de toplanan Milletler Cemiyeti, Hatay’ın yeni bir statüde ayrı bir devlet olarak bağımsızlığını, resmi dilinin Türkçe olmasını, bir seçimle nüfus çoğunluğunun tespit edilmesi kararını verdi. Ancak Milletler Cemiyeti’nin gönderdiği Seçim Komitesi taraflı davranıyordu.  

İskenderun Sancağı’nda yaşayan Türk ve Arap Alevileri sadece ‘Arap’ olarak kaydediliyordu.

Atatürk, gelişmelerden kaygılıydı. İlk adımı Güney sınırına 30 bin kişilik asker yığmak oldu.

 

Katıldığı son 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı’ydı.

Gençlerin gösterileri, görkemli askeri geçit, inkılaplara kısa sürede uyum sağlamış halk, Gazi’yi çok mutlu etti.

Törene katılan yabancı diplomatlar ve gazeteciler Gazi’yi dimdik ayakta görmeliydi. Öyle yaptı. Tören geçidi boyunca ayaktaydı. Yüzünde tebessüm ve gurur birbirine karışmıştı. Vücudunun 38 derece yanması umurunda değildi.  

Tören biter bitmez, “Beni gara götürün” dedi. Sabrın da bir sınırı vardı. “Şahsi meselemi çözmem gerekiyor” dedi.

Adana için yola çıkıldı.

 

20 Mayıs 1938’di.

Gazi, Mersin’e süngü parıltıları arasında girdi. Askeri birliği teftiş etti. Çocuk gibi sevindi. Asker, ne Cihan Harbi’nin ne Kurtuluş Savaşı’nın askeriydi. Hepsi Cumhuriyet’in çakı gibi neferiydi.

Valilikteki telefondan ara ara Ankara’yla temas kuruluyordu.

Başbakan Celal Bayar, Mersin Valisi Rükniddin Nasuhioğlu’na “Gazi’ye iletin lütfen. İngiliz ve Fransız diplomatlarla konuştum. İsteklerimizi kabul edecekler. Biraz daha zaman istiyorlar” dedi.

Gazi sinirlenmişti:

Onlara deyiniz ki: “Atatürk Mersin’dedir ve bu dava çözülmeden Ankara’ya geri dönmeyecek, gerekirse de Hatay’a girecek!”

Gazi’nin Mersin’deki günlerinin akşamları şehirdeydi. Gündüz nerede olduğunu bilen birkaç kişiydi.

Atatürk, Mersin’in antik kenti Pompeiopolis’i görmek istiyorum bahanesiyle etrafındakilerden uzaklaştı. Bir feribotla Payas’a geçti. Bir yıldır gizlice örgütlediği çeteler ve İslahiye Garnizonu her duruma hazırlıklıydı.

Hatay ve Suriye’nin yanı başında seçkin bin gönüllü vardı. Bu gönüllüler dağ köylerine yerleştirilmiş, her birine birer birer parabellum tabanca ve yüzer fişek teslim edilmişti. Ani bir durumda bu çeteler, köprü başlarını tutacaklar, ordunun yolunu açacaklardı.

Atatürk, çete postalarından birisiyle Payas’ta kale komutanı Hakkı Bey aracılığıyla görüştü.  

“Gel bakalım genç delikanlı. Biliyorsun burası Türk’ün, Fransızlarla hudut yeri. Sana bir görev vereceğim. Yapabilir misin? Antakya’nın Abacılı, Bekbele köylerinde tanıdığın var mı?”

“Var efendim.”

“O köyde bir imam varmış. Cuma hutbelerinde halkı kışkırtıyor, Türk devleti aleyhinde konuşuyormuş. Mustafa Kemal diye bir hain sizlere şapka giydirerek kötü bir rejim getirecektir diyerek köylüleri Suriye’ye kaçmaya ve isyana teşvik ediyormuş. Sen bu köye gidip o imamın Cuma namazına katılacak, konuşmasını dinleyecek ve bana rapor getireceksin.”

Sonrasını çete postası anlatıyor:

“Emri kabul ettim. Bana on lira verdi. Perşembe günü hemen eve geldim. Ben uzaklara gidiyorum, merak etmeyin dedim.”

“Payas’tan ileri hep Fransız asker ve karakolları ile dolu idi. Ben dağlardan keçi yollarını takip ederek Abacılı köyüne gizlice girdim. Akşam tanıdığım bazı Türk gençleri ile durumu konuştum. ‘Biz de gelelim’ dediler. Ertesi günü cuma namazına bir saat önce girdik. İmam vaaz vermeye başladı. Türk devleti ve Atatürk aleyhinde atıp tutuyordu. Namazdan sonra 12 maddelik bir konuşmaya zabıt tutup imzaladık. Kâğıdı büküp ayakkabımın altındaki astarın arasına gizledim. Hemen gizlice aynı yol ve yerlerden geçerek Payas’a geldim. Hakkı Bey beni hemen o sivil adamın karşısına çıkardı. Ayağımın altındaki kâğıdı çıkarıp takdim ettim.”

“Beni tanıyor musun?”

“Hayır.”

“Mustafa Kemal’i hiç duydun mu?”

“Evet. Duydum ama görmedim.”

“İşte o benim. Sakın kimseye söyleme bu gizlidir.”  

“Olur, kimseye söylemem” dedim.

O hiddetli adam ayağa kalkarak eliyle Antakya tarafını işaret ederek “Bu düşmanları bu güzel memleketten kovacağız” dedi. Bu cümleyi iki kez daha tekrarladı.

 

Tarih, 24 Mayıs 1938’di.

Atatürk, Mersin’den sonra Adana’ya geçti.

Adana, kurtarıcısı, fahri hemşerisi Atatürk’le bir kez daha buluşuyordu. İstasyon mahşer yeriydi.

Sevgi selinin arasından güçlükle ilerleyen otomobili adının verildiği parka geldi.

Ateşi 39 dereceydi. Doktoru Neşet Ömer’in gözleri Atatürk’te, mavi gözler Mehmetçik’in geçit törenindeydi. Mersin’deki gibi çok mutlu oldu.

Fransızlar Atatürk’ün neden Adana ve Mersin’de olduğunu anlıyordu. Başka çareleri kalmamıştı.

Milletler Cemiyeti devreden çıkarıldı.

‘1938 Anlaşması’ imzalandı.

Sonuç olarak Tayfur Sökmen’in Cumhurbaşkanı, Abdurrahman Melek’in Başbakan olduğu ve Türklerin hakimiyetinde bir Hatay Devleti, 2 Eylül 1938 tarihinde kuruldu.

Atatürk, ‘Şahsi Meselem’ dediği Hatay’ı düşmandan kurtarmış, 10 Kasım 1938’de aramızdan ayrılmıştı.  

Hatay Millet Meclisi, 29 Temmuz 1939’da oybirliğiyle Türkiye’ye katılma kararı aldı.